3 Nisan 2018 Salı

Büyük balıklar küçük balıkları yem olarak görürler


     Büyük balıklar küçük balıkları yem olarak görürler
Türkiye kapitalist gelişim sürecinde, milli sermaye birikimini yaratmadan, dünya kapitalist küresel düzenine entegrasyonu sonucu birçok önemli sektörünü yabancı sermayeye teslim etti.
Bağımsızlık iddiası ile kurulan Türkiye’nin, ticari ve sanayi faaliyetlerindeki birçok sektörü yabancılaştı. Faaliyetler sonucu elde edilen kazanç, yurtdışına aktarılır hale geldi.
Yabancı menşeli büyük sermayenin istekleri; ülkemizin önemli (stratejik) sektörlerine hakim olma isteği ile sınırlı kalmadı, ticaret sektöründe faaliyet gösteren bakkalların, küçük esnafın ekmeğine de göz dikti. Ülkemizin ekonomisinin tamamını kontrol etmek istiyor.
                                               ***
            Büyük balığın küçük balığı yuttuğu, serbest rekabetin yüceltildiği uluslararası ekonomik sisteme,  küçük balık olarak adapte olmaya çalışırsanız yem olursunuz.
Büyük balıklar size yem olarak bakarken, siz “büyük denizlerde kulaç atıyoruz” şeklinde övünebilirsiniz.
Geçmişte “Türkiye borçlanabiliyor” şeklinde övünen başbakanlarımız oldu. Bugün gelinen noktada yüksek borçluluğumuz bizi, ülkemizi, milli politikalar izlemekten alıkoyuyor, bağımsızlığımızı tehdit ediyor.    
                                               ***                 
            Bu nedenledir ki, Cumhuriyet kuruluşundan sonra ekonomik politikalar yerli sermaye birikimi sağlamaya yöneliktir. Özel girişim teşvik edilmiştir. Yetmediği yerde devlet eliyle yerli girişimci, sermayedar yaratılmaya çalışılmıştır. O da olmadı sermaye birikimi ve girişimcilik “devletçilik” adı altında devlet eliyle sağlanmaya çalışılmıştır.
            Bütün bu çabaların temelinde yerli sermaye birikimini sağlamak ve yerli girişimci yaratma amacı yatar.
            Devlet ekonomik faaliyetlerden çekilirken, yani birçok sektörde özelleştirmeler yapılırken, bin bir güçlükle yaratılmaya çalışılan yerli sermaye birikimi, hiçbir kaygı gözetilmeksizin, yabancı uluslararası sermayeye yem edilmiştir!
                                                           ***
            Yabancı büyük sermayenin Türk ekonomisine hakim olmasına devlet destek veriyor. 
Yerel yönetimler de bu sürece katkıda bulunuyor. El ele, hep beraber bindiğimiz dalı kesiyoruz. Kendi kuruyan değirmenimizden, küresel sermayenin çarklarına su taşıyoruz.
Fethiye’de de farklı bir süreç yaşamıyoruz. Dünya sermayesinin uzantıları olan büyük marketlerden hep beraber alış veriş yapıyoruz, bakkal Mehmet Amca dükkânını kapatmak durumunda kalıyor, şehirdeki dükkânlar boşalıyor. Esnaf işsiz kalıyor.
Geri dönülmez bir süreci birlikte yaşıyoruz.
                                               ***
Küresel büyük sermayenin etkisi ile yerel değerler kaybolmaktadır. Yerel değerlerimizi koruyup, geliştireceğimiz yerde, kaybolmalarına seyirci kalıyoruz.
            Her şeyi yaşayarak öğrenmek zaman ve para kaybına neden olur.
            Yaşanan tecrübelerden yararlanmadan, tarihi bilmeden alınan kararlar istenmeyen sonuçlara neden olur.
            Erdemlilik başkalarının yaşadığı tecrübelerden ders almak, tecrübeleri kendi şartlarımıza uyarlamaktır. İsteğimiz; ülkemizin, insanımızın mutluluk ve refahını artırmaktır.

                                                           ***
Liberal kapitalist düzen ile sosyal devleti ayıran, politikalarına yön veren, temel ayrışma özünde; güçlünün karşısında güçsüzün yaşam hakkına saygı, güçsüzü koruma veya bunu reddetme ayrışmasıdır.
İlki; güçlü haklıdır mantığı ile hareket eder, “doğa kuralları bunu emreder der, doğal yaşama, işleyişe müdahale edilmemelidir” der.
Diğeri, “güçlünün yanında güçsüz olanın da yaşam hakkı vardır, devlet koruyup kollayıcıdır, düzenleyicidir. Yaşam hakkına saygılı gösterilmelidir. Kamu erki, ekonomik, sosyal, kültürel konularda yönlendiricidir. Toplumu oluşturan tüm bireylerin refah ve mutluluğu için devletin yükümlülükleri vardır” der .
                                               ***
            Yerel değerleri korumak, her geçen gün daha fazla önem kazanıyor. Yerel yönetimler tarafından alınan kararların şehrin siluetinden, yöremizin kültürel yapısına kadar ekonomik ve sosyal sonuçlar doğurduğu düşünülünce; belde halkını dönüştüren yerel yönetim kararları daha da önemli hale geliyor.
Hangi anlayışla yönetildiğimizin cevabını, belediyemizin yeni kararlarında bulacağız.
            Yerel yönetimin tercihi; güçlünün haklı olduğu, güç dengesinin büyük sermayeden yana olduğu kontrolsüz serbest rekabeti geçerli sayan, vahşi kapitalizmi koruyup kollamak mı olacak? Ya da, yerel düşünen, para odaklı olmayan, yerel değerleri küresel büyük güçlere karşı koruyan bir yönetim anlayışı mı göreceğiz?
           

İnsan inandığıdır


Kültür ve Sanat şehri Fethiye

Çağdaş ülke olmanın önemli belirleyicilerinden birisi de o ülkenin kültür ve sanat seviyesidir.

Sanatçı yarattığı eserlerle çevresine yeni ufuklar açarken, topluma yeni bakış açıları kazandırırken, aynı zamanda kendisini de aşmaya çalışır.
Belki de sanatçının kendisini unutulmaz yapma uğraşısıdır bu uğraşı.
Ölüme başkaldırıyı hissedersiniz, bu uğraşının, bu gayretin gerisinde yatan.
Sanatla uğraşanın, diğerleri tarafından “anlaşılma” çabalarıdır bunlar. Belki de birbirimizi anlama çabaları.
Belki de “farklının” da kabul edilebilir olduğunu kanıtlama gayretidir bu gayret.
                                               ***
Ölümden sonra yaptıklarınızla anılırsınız, geride bıraktığınız güzellikler, takdir edilen yapıtlardır sizi unutulmaz yapan.
Sanatçı bu kaygılarla düşünür, yazar, yaşadığı zamanı, hatta geleceği aydınlatmaya çalışır.
Sümer kralı “Gılgamış” da ölümden kaçamadı, ancak ölümsüzlük arayışında yaşadıkları destanlaşarak günümüze kadar uzandı.
                                               ***
Ülkemizi çağdaş bir ülke yapmak için herkesin yapabileceği bir şeyler vardır.
Antik çağda “Işık ülkesi” olarak adlandırılan Likya’yı, çağımızda da ışık saçan aydın insanların yaşadığı ülke yapma görevimiz olduğu bilinci bizi Yunus Nadi Kültür ve Sanat Günlerine götürdü.

Bu organizasyonda, Fethiye’nin kırsal kesim okulları öğrencileri de dahil olmak üzere bir çok öğrencimizi önemli yazarlarımızla buluşturduk. Fethiye’de kültür ve sanatın gelişmesine ve yaygınlaşmasına katkıda bulunmak için birlikte çaba sarf ettik.
Sn.Mustafa Şıkman’nın büyük emeği vardı organizasyonda.
                                               ***

Türkiye sanat ve kültür camiasından önemli isimler Fethiye’deydi;
Tiyatrocu Nihal Kuyumcu ve Tijen Savaşkan, Eğitimci ve şair Yusuf Çutuksöken ve Gülsüm Cengiz, Sanat tarihçisi Nazan İpşiroğlu, Cumhuriyet gazetesi çizeri Behiç Ak, Ressam Banu Theiss ve Şükran Şahin, Heykeltıraş Bayram Candan, Eğitimci Prof. Zehra İpşiroğlu, Prof. Şeyda Ozil, Prof. Selahattin Dilidizgün ve Şükran Dilidüzgün, Yazar İnci Aral, Sevim Ak, Zeynep Oral,. Prof İlknur Güntürkün kalıpçı. Hollandadan katılan müzisyenler Albert-Raghna Wissink ve Hans Fuchs. Mimar Ragıp Buluç. 

Katılımcıların tümü bedelsiz olarak etkinliklere katıldılar. Maddi beklentileri olmadı.
Halka ve öğrencilere bir şeyler vermek için sanatçı duyarlılığı ile çaba sarf ettiler.
Fethiye’nin yakın gelecekte bir kültür ve sanat şehri haline gelmesi amacına katkıda bulundular.
Geçen yıl dikilen fidan bu yıl biraz daha büyüdü, yakın gelecekte ağaç olacak, ışık saçan meyveler verecek.
            “İnsan inandığıdır” diyor A.Çehov.
 Fethiye’yi bir kültür ve sanat şehri yapacağımıza inanırsak gerçekleştiririz.

Not: 9 yıl önce Batı Akdeniz gazetesinde yayınlanmış yazıdır.

Milli Mücadele ve Cumhuriyet Döneminde Hrıstiyan Türkler


Milli Mücadele ve Cumhuriyet Döneminde Hrıstiyan Türkler;
Osmanlı imparatorluğunun Karaman eyaleti sınırları içinde yaşayan, Türkçeden başka dil bilmeyen gelenek ve görenekleri de yaşadıkları bölgelerde Türklerle benzerlik gösteren Hıristiyan Ortodoks topluluğa halk arasında “Karamanlı” olarak adlandırılıyordu. Bunlar Türkçe konuşup Yunan harfleriyle Türkçe yazıyorlardı.
 İstanbulluların “Karamanlı Rum” diye öbürlerinden ayırt ettikleri bu Hıristiyan topluluk, Yunan dilini hiç bilmediği gibi, katıksız, üstelik Müslüman Türklerden daha temiz bir Türkçe konuşmakta, kendilerine özgü kiliselerinde Türkçe dille ibadet etmekteydiler.
                                               ***
Yonca Anzerlioğlu “Karamanlı Ortodoks Türkler” kitabında; “Karamanlılar aslında 11. yüzyılda Bizans ordusunda paralı asker olarak çalışan bazı Türk boylarının torunlarıdır. Bu Türk boyları dillerini kaybetmediler ancak zamanla Hristiyanlaştılar” tespiti yapıyor.
Karamanlıları Osmanlı imparatorluğu içindeki tüm toplumlardan ayrı özellikleri vardır. Hıristiyan olmaları ile Müslümanlardan, Ortodokslukları ile Katolik ve Protestanlardan, Anadolulu olmaları ve Yunanca bilmemeleri ile de Yunanilılardan ayrılırlar.
Yazar, Karamanlıların etnik kökeni meselesine değinirken, bu konudaki birçok farklı düşünceyi tenkit ettikten sonra Karamanlıların 11. yüzyılda Bizans ordusunda paralı asker olarak çalışan ve zamanla Hıristiyanlaşan Türklerin soyundan geldiğini ifade eder.
Yazar, 2000 yılında bizzat Yunanistan’a giderek oradaki yaşlı Karamanlılarla mülakatlar yapmıştır. Ses kayıtları da alınmış olan bu mülakatlarda, Karamanlıların Anadolu’daki yaşayışları, düğünleri, bayramları, Müslüman-Türkler ile olan ilişkileri, şu anda kendilerini nasıl gördükleri gibi konularda konuşulmuştur. Karamanlıların çoğunun kendilerini özbeöz Türk olarak gördükleri anlaşılmaktadır. Köylerinin Müslüman-Türk köylerinden ayrı olmasına rağmen ninnileri, türküleri ve tekerlemeleri Müslüman-Türkler ile tamamen aynıdır. Kitapta bunlardan örnekler zikredilmiştir.
Kitabın son bölümünde Karamanlıların 1. Dünya Savaşı’ından sonraki durumları üzerinde durulmuştur. Karamanlıların Milli Mücadele döneminde Müslüman-Türklere karşı hiçbir düşmanlık beslemediği, kendilerini Ortodoks Yunanlılardan ziyade Müslüman- Türklere yakın hissettikleri ve öyle davrandıkları anlatılmıştır.
Bu bölümdeki bilgilere göre; Karamanlılar Lozan görüşmeleri sırasında ayrı bir grup olarak değerlendirilmemişlerdir. Bununla beraber İsmet İnönü’nün o dönemde Karamanlıların mübadeleden hariç kalacakları yönünde beyanatlar verdiği bilinmektedir.
                                               ***
Karamanlıların Anadolu’ya gelen ilk Türk boylarının soyundan olduğunu ileri süren Türk tezine göre Karamanlılar, o dönemlerde güçlü olan Bizans ve Hıristiyanlığın etkisiyle Hıristiyan olmuşlar fakat ana dilleri Türkçeyi unutmamışlardır. Şerriye sicilleri ve tahrir defterlerinde görülen öz Türkçe özel adalar da bunu onaylar niteliktedir.
Karamanlıların Helen ırkından olmadıkları, Türk oldukları görüşünü savunan bir belgeler topluluğu da “Anadolu’da Ortodoksluk Sadası” adlı gazetedir. 1921 yılında çıkarılan gazete I. Papa Eftim tarafından yayınlanmıştı.
Papa Eftim Türk Ortodoks kilisesinin kurucusudur. Kurtuluş savaşında Ankara Hükümetini desteklemiştir.
Papa Eftim, Fener Rum Patrikhanesinin Anadolu’da bir Pontus devleti kurulması yolundaki çaba ve kışkırtmalarına karşı çıkarak Fener Patrikhanesini tanımadığını ilan etti. Anadolu’da bulunan yetmiş iki Ortodoks ruhban temsilcisini Kayseri de bir araya getirerek Fener Rum Patrikhanesi yerine, bir Türk Ortodoks patrikhanesi kurdu (30 Kasım 1921). “Anadolu’da Ortodoksluk sadası” adlı bu dergide Anadolu’da yaşayan Hıristiyan Ortodoks halkın Yunan kökenli olmadıklarını savunmuştur.
Milli mücadelede, Ermeni ve Rum Ortodokslarının, Türklere karşı ihanet içinde bulunmalarına karşılık “ Türk Ortodoksları” bu ihanetin dışında kalmışlardır.
İstanbul’daki Patrikhanenin milli mücadele sırasındaki ihanetleri karşısında Papa Eftim, Keskin kazasının Metropolit vekili olarak kendisine bağlı olan cemaati toplayarak Fener Rum Patrikhanesi’nin bu ihanetini protesto etmiş ve milli mücadeleye katılma kararı almıştır.
Anadolu’daki Türk Ortodokslarının milli mücadele içindeki faaliyetleri, itilaf devletlerinin, “Hıristiyan azınlıklarının haklarını koruma” adı altında yürüttükleri yıkıcı faaliyetlerinin ve planlarının bozulmasında oldukça etkili olmuştur.
Lozan Konferansındaki görüşmelerde, Fener Rum patrikhanesi meselesi kısaca Ortodoksluk meselesi olarak anlaşılmış inceliklerine girilememiştir.
Lozan’da Türk Ortodoksları hakkında ayrıca görüş bildirilmemesi onların Rumlarla bir tutulduğu kanaatini uyandırdığı için Papa Eftim başta olmak üzere Anadolu’daki Türk Ortodoksları kendilerin mübadeleye tabi tutulmamaları hususunda teşebbüslerde bulunmuşlardır.
Mübadele görüşmeleri yapıldığı sırada Anadolu’da Ortodoksluk Sadası gazetesinin 14. sayısında şu satırlar yayınlanıyor: “ …işte, ırkan, lisanen, adeten Türk, diyaneten Ortodoks olan biz Türk Ortodoksları, Türklüğünden hiçbir kimse iştibah edemeyeceğinden gerek ekaliyet, gerek mübadele hususatının bizlere şumulü olamayacağı emir-i tabi bulunduğunu Avrupa bilmelidir” diyerek mübadele edilmeyecekleri düşüncesi aktarıyorlar.
1924-1925’te bu mübadele gerçekleşiyor. Türkiye’nin Anadolu topraklarında yaşayan Rum ve Türk Ortodoks Hıristiyanlar Yunanistan’a gönderilerek karşılıklı mübadele ediliyorlar.
Papa Eftim ve ailesi Atatürk’ün emriyle mübadele haricinde tutulmuştur ve İstanbul’a yerleştirilmişlerdir.  İstanbul Rumları, Patrikhaneyle birlikte altı kilise ve görevlileri mübadeleden muaf tutulmuşlardır.
Din esaslı bir değişim olduğu için bu kısa ve karışık dönemde kimin Türk kimin Helen olduğunun inceleme fırsatı bulunamamış ve tek bir kelime bile yunanca bilmeyen bu Türkler vatanlarından ayrılmak ve milli mücadelede karşı karşıya geldikleri milletlerin içine gitmek zorunda kalmışlardır.
Kimi Ortodokslar bu mübadelenin dışında kalmak, vatanlarından savundukları bu topraklardan ayrılmamak için Müslümanlığı seçmişlerdir.
                                               ***
İttihatçıların Osmanlı topraklarında azınlıklardan kurtulma ve ulus devlet oluşturma
reçeteleri “mübadele ve tehcirden”  oluşuyordu.
Prof. Dr. Mehmet İpşirli; Anadolu'yu iki paşanın Türkleştirdiğini belirtiyor. Birincisi; 1. Dünya savaşı sırasında Ermenilere uygulanan tehcirle Talat Paşa, İkincisi Kurtuluş savaşı sonrasında mübadele ile Mustafa Kemal Paşa.
Atatürk'ün mübadelesi, Türklükten ziyade “İslamlaştırma” esasına dayanıyordu
diyebiliriz. Mübadelede Anadolu’nun birçok yerinde yerleşik bulunan Hıristiyan Türkler gönderilmiş, buna karşı Müslüman Bulgarlar, Arnavutlar Anadolu'ya getirilmiştir.
                                                           ***
1922’nin sonbaharında bozguna uğrayarak geri çekilmeye başlayan Yunan ordusu, 9 Eylülde İzmir’i terk etti. Yunan ordusunun savaşı kaybetmesiyle, Anadolu’nun istilasında Yunan ordusuna destek vermiş Rumlar, Yunanistan’a geçmek umuduyla Karadeniz şehirlerinin ve İzmir’in limanlarına yığılmıştı. 13 Eylülde İzmir’de toplanan Rumların sayısı 300 bini geçiyordu. Birkaç gün içinde, binlerce Rum, Anadolu topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı.
Dönemin Amerikan büyükelçisi, Yunanistan’a geçen göçmenlerin durumuna şöyle tanıklık yapıyordu: “750 bin insan birkaç hafta içinde Selanik, Atina ve diğer büyük Yunan adalarındaki limanlara sığır sürüsü gibi dökülmüştü”. 9 Eylül ile 15 Aralık arasında Anadulu’yu terk edenlerin Rum’ların sayısı 900 bin dolaylarındaydı.
Böylece, daha Lozan Konferansı başlamadan Rum halkının büyük bir kısmı Anadolu topraklarından ayrılmış bulunuyordu.
Bu durum, Yunanistan’ın nüfusunu bir anda dörtte bir oranında arttırdı. Göç ve mübadelenin yoğun olarak yaşandığı 1912-1927 tarihleri arasında İstanbul ve İzmir’in nüfusunun yüzde 40 civarında azaldığı görülmüştür.
Venizelos 1940’da bir göçmen heyetine şöyle diyordu: Lozan’daki antlaşma aslında Yunan ve Müslüman toplulukların ve malların değişimi anlaşması değildi. Bu daha çok Yunanistan’daki Türklerin gönderilmesi anlaşmasaydı.
                                                           ***
Lozan antlaşmasına dayanan, 30 Ocak 1923 tarihli mübadele protokolünün 1. maddesinde; “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu mübadelesine girişilecektir.” hükmü yer almaktadır.
Bu husus irdelendiğinde, mübadillerin ırki kökenlerine değil, dini inançlarına göre mübadeleye tabi tutuldukları görülür.  Mübadele antlaşmasına göre Anadolu’dan 2 milyon, Doğu Trakya’dan 190 bin, İstanbul’dan 70 bin Hrıstiyan ve Yunanistan’dan 500 bin Müslüman mübadele işlemine tabi tutulmuştur.
Gidenleri, çoğunlukla tüccarlar, sanayiciler ve serbest meslek sahipleri oluştururken, gelenlerin büyük bir çoğunluğunu tarım kökenliler oluşturuyordu.
Genç Türk Cumhuriyeti ulus devlet referansı ile yapılanırken, daha baştan mübadele nedeniyle tebaasının, tüccarlar, sanayici ve serbest meslek sahibi gibi unsurlarını yitirdiğinden ve gelenler de bu boşluğu dolduracak nitelikte olmayıp onlarda tarım kökenli olduğundan, zorunlu olarak tarım toplumu olarak kalmıştır.
Celal Bayar, bu durumu meclis kürsüsünden şöyle özetliyordu: “Gidenler ekseriyet itibariyle esnaf ve tüccar, gelenler ekseriyet itibariyle rençberdirler. Efendiler gelenlerin ekseriyeti azamisi (büyük çoğunluğu) köylüdür, gidenlerin ekseriyeti azamisi şehirlidir”.
Sonrasında, Yeni Türk Cumhuriyeti ekonomik faaliyetlerde yaşanan eksikliği “devletçi” yaklaşımlarla çözme yolunu seçmiştir.
Aslında; Türk-Yunan nüfus mübadelesi, her iki ülke için de “ulus devlet” oluşturmaya yönelik önemli bir tarihsel olaydır.
Türk Hükümeti’nin mübadele isteğinin başlıca iki nedeni vardır:
Öncelikli amaç, Osmanlı döneminden beri devam eden ve Batı’nın müdahalesine gerekçe oluşturan Hrıstiyan Ortodoks azınlıklardan kurtulmaktır.
İkinci neden de, Müslüman unsurların kolayca uyum sağlayabileceği düşüncesiyle, Misak-ı Milli sınırları içinde “ulus devlet” e giden yolu açabilmektir.
Mübadele nedeniyle; Yunanistan, hem ulus devlet kimliğini pekiştirmiş, hem de gelen mübadillerin nitelikleri nedeniyle ekonomisini güçlendirmiştir.
Türkiye; ulus devlet kimliği oluşturmak amacıyla, Anadolu’daki esnaf, sanatkar ve serbest meslek sahipleri gönderilirken, yerlerine tarım kesiminden kişilerin gelmesi zaten tarım toplumu olan ülkemizin bu karakterini perçinlemiştir. Genç Türkiye Cumhuriyeti, tartışmasız biçimde tarım toplumu olmuştur. 
                                                           ***
"Kavimler Kapısı-1" kitabının yazarı Hale Soysü; 1924 yılına kadar Aksaray, Ihlara Vadisi, Ürgüp, Göreme, Derinkuyu, Akşehir, Ereğli, Ermenek, İçel, Antalya ve Fethiye'de Hıristiyan Karaman Türklerinin yaşadığını belirtiyor.
Evliya Çelebi, “Seyahatname”sinde, “Alanya-kadim eyyamından (nüfüs) beru Urum (Rum) keferesi (kefere: Müslüman olmayan, kafirler) bir mahallededir... Amma Urum lisanı bilmeyub, batıl Türk lisanı bilirler. Ve Antalya, dördü Urum keferesi mahallesidir. Amma keferesi asla Urumca bilmezler, Batıl Türkçe lisan üzere kelamet ederler (konuşurlar)” diyerek bölgedeki Hıristiyan azınlığın Türkçe konuştuğunu belirtmiştir.
Selçuk Erenerol (Papa Eftim’in oğlu, Bağımsız Türk Ortodoks Cemaati Lideri- ölümü 2002): “İnönü, babamı dinlemedi, Osmanlı'dan kalma bir yanlış olarak, Rumlukla Hıristiyanlık hep karıştırıldı. Biz Türküz ve Milli Mücadelede Fener Rum Patrikhanesinin baskılarına rağmen Atatürk ve arkadaşlarının yanında yer aldık. Babamın Atatürk'le arası iyiydi. O dönemde Fener Rum Patrikliği babama teklif edildi ama babam kabul etmedi.
Lozan'da İsmet İnönü büyük bir hata yaptı; Anadolu'daki tüm Ortodokslar toplanıp Yunanistan'a gönderildi. Bu insanlar orada daha feci şekilde aşağılandı ve dışlandılar. Atatürk'ün özel izni ile babam ve aile efradı Türkiye'de kaldı. 1964 yılında İsmet İnönü ikinci hatasını yapıp İstanbul'daki 86 bin Hıristiyan’ı Yunan uyruklu diye bu ülkeye gönderdi. Kıbrıs'taki gerilime karşılık bunu yaptığını söylediğinde babam, Taşlıktaki evinde İnönü'ye, “Lozan'da bir hata yaptın, ikinci hatayı yapma” dedi ama dinletemedi. Oysa gönderilen 86 bin kişiden sadece 15-20 bin kişi Yunan uyrukluydu. Şu anda cemaatimiz 250 kişi. …… Bugün onların 2 bin 500 civarında misyoneri Anadolu'nun dört bir yanında Müslüman çocukları din değiştirmeye zorluyor. Baba nasihati olarak biz bunu hiç yapmadık ve yapmayız. Babam bize böyle nasihat etti……...”
Hungaroloji Enstitüsünde uzman olarak görev yapan Prof. Dr. J. Eckmann'a göre; Karamanlılar, Hıristiyanlığı benimsemiş Selçuklu Türklerinden başkası değil.
Orta Anadolu ve Karaman bölgesi Türkleri ile Doğu Karadeniz Türkleri, daha İslamiyet gelmeden Hıristiyanlığı seçmiş Türk boyları olarak, Kurtuluş Savaşına kadar varlıklarını ve benliklerini koruyorlar. Ancak, Yunanlıların Anadolu'yu işgali, Anadolu'da yaşayan Hıristiyanların sonunu hazırlayan en önemli etkenlerden biri
                                               ***
Türk Hıristiyanlar, Fener Rum Patrikliğinin etkisini kırmak için kendilerine bağımsız bir kilise kurulmasını talep ettiler.
11 Nisan 1921'de Kastamonu Valisi Sami Bey, Ankara'ya gönderdiği telgrafında, "Anadolu'da bir Türk Ortodoksluğunun kurulmasını isteyen Taşköprü Rumları dilekçelerini sundu" ifadesini kullanıyor.
Trabzon Ortodoks Cemaatinin, Ankara Hükümetine telgraf çekerek Ankara'da bir Türk Ortodoks Patrikhanesinin kurulmasını istediği de Doç Dr. Zeki Arıkan'ın yaptığı araştırmalardan anlaşılıyor.
Dr. Sabahattin Özel, Maçka Ortodakslarının da benzer bir girişimde bulunduklarını söylüyor; “Anadolu'da tarihen dahi müspet olduğu üzere Rum-Elenik namıyla hiç bir millet yoktur. Mevcut Rumlar yalnız asırlarca Türk Müslümanlarla birlikte yaşayan Türk Ortodokslardır.”
Türk Ortodoks olduklarını ısrarla vurgulayan Kayseri bölgesindeki Hıristiyanlar, Kurtuluş Savaşının başlamasıyla birlikte, diğer Hıristiyanlardan oldukça farklı bir strateji takip ediyor. Sosyolog Dr. Dursun Ayan, 1870'li yıllarda Bulgarların, Rumlarla karıştırılmaktan ve Rumlaştırılmaktan korktukları için padişahtan “Milli bir kilise” kurma izni aldıklarını hatırlatarak, Ortodoks Türklerin, Rumlarla karıştırılma endişelerinin 1870'li yıllarda başladığını söylüyor
Kayseri Erciyes Üniversitesi'nden Doç. Dr. Mustafa Ekincikli, "Türk Ortodoksları" adlı kitabında Papa Eftim'in Bağımsız Türk Ortodoks Kilisesi'nin kurulması için girişimlerde bulunduğunu dile getiriyor.
Kurtuluş Savaşının henüz yeni filizlendiği dönemde Türk kökenli Ortodoks Hıristiyanlar bu amaçla, TBMM'den ve Adalet Bakanlığı'ndan izin alarak Kayseri'de bir kongre topladılar. Kongreye, Gümüşhane Episkoposu Yervasyos, Konya Metropoliti Prokobios, Antalya Episkoposu Meletios ile Anadolu ve Trakya'nın diğer bölgelerinden gelen 72 temsilci katıldı. 21 Eylül 1922'de toplanan kongrede Türk Hıristiyanlar, Türk Ortodoks Patrikliğinin kurulmasını kararlaştırdılar.
                                                           ***
Hamdullah Suphi Tanrıöver’in anılarında Celal Bayar'la aralarında geçen bir diyalogda, Celal Bayar bir gün Hamdullah Suphi Tanrıöver’e “Bilir misin Hamdullah, Atatürk'ün son yıllarda en büyük üzüntüsü ne idi?” diye sorar. Hamdullah Suphi bilmediğini söyleyince, cevabı kendisi verir: “Anadolu'dan binlerce Hıristiyan Türk'ü göndermiş olmasıydı. Paşam yapmayın, yollamayın, bunlar özbeöz Türk’tür dedim. Kendisine kitaplar gönderdim, fakat dinlemedi.”
Yunanistan'a gönderilen Türk Hıristiyanlar Türkiye'de Rum olarak adlandırılıp mübadeleye tabi tutulurken, Yunanistan'da da "Turko Sporos-Türk tohumu" diye aşağılanarak Yunanlı olarak kabul edilmediler. Fethiye’den gidenlerin “Neo Makri” adıyla kurduğu gibi, onlar da Batı Trakya'da, "Karaman" adını verdikleri bir yerleşim birimi kurdular.
                                               ***
Mübadele ile, ulus devlet oluşumunda ve Anadolu’nun İslamlaşmasında Atatürk’ün yaptıkları, kendisine yakıştırılan İslamiyet’e karşı olduğu tezini çürütmektedir.
Milli Mücadele sürerken, Kayseri’de 21 Eylül 1922'de toplanan 72 Türk Hıristiyanlar Türk Ortodoks temsilcinin katıldığı kongrede Fethiye temsilcisi var mıydı?
Acaba, 1924 yılında başta Kaya Köyü olmak üzere mübadele kapsamında bu bölgeden gönderilen Hrıstiyan Ortodokslar Türk kökenli miydi?


Kaynaklar: Yonca Anzerlioğlu- Karamanlı Ortodoks Türkler,  Yakup Aygil- Turanlı Hıristiyanlar, İstanbul 2003 , Mustafa Ekincikli-Türk Ortodoksları, Hale Soysü- Kavimler Kapısı-1

HATA BULMAYIN, ÇÖZÜM ÜRETİN


HATA BULMAYIN, ÇÖZÜM ÜRETİN            
                                   

Batı Akdeniz gazetesine uzunca bir süreden beri yazmaktayım. Çeşitli konulardaki düşüncelerimi sizlerle paylaşıyorum.
İsterseniz, gazeteye yazmak nereden icap etti onu anlatayım.
Batı Akdeniz gazetesine yaklaşık olarak iki yıl önce abone olmuştuk. Bir müddet ofise gazete geldikten sonra, gazete sahibi sevgili Osman Baykuş’la görüşmemizde, gazete hakkında eleştirilerim oldu.
Gazetenin biraz daha fikir ağırlıklı hale getirilmesi konusunda önerilerde bulundum. Osman Baykuş da, istersem benim katkılarımı kabul edebileceğini ifade etti. Sonrasında gazeteye birkaç yazı gönderdim, gazeteye olumlu tepkiler gelmiş.
O zamandan beri yazılar sürekli bir hal aldı.

                                               ***
Eleştirileriniz size bazen görevler yükleyebilir.
Eleştirdiğiniz herhangi konuda, yapabileceklerinizi yapmaya hazır olmalısınız.
Bizim genel toplumsal yapımız; çeşitli konulardan şikâyet etmek, ama konunun düzeltilmesini başkalarından beklemek şeklinde.
Henry Ford’un Hata bulmayın, çözüm üretin” sözü, kısa ve öz olarak benim yapmaya çalıştığımı açıklıyor.
Siz de şikâyet etmeyin, çözüm üretin veya çözüme katkıda bulunun.
Kendi adıma bunu gerçekleştirmeye çalışıyorum.
Herhangi bir konuda yaptığınız eleştirinin, aynı konuda size görev ve sorumluluk yüklemekte olduğunu hiç düşündünüz mü?

                                               ***

Başarılı olmuş insanların başarılarında, göreve talip olmak ve sorumluluk anlayışının etkisi göz ardı edilemez.                                           
Yaptıklarınız, söylediklerinizle tutarlı olsun.
Dünyayı değiştirmek istiyorsanız önce siz değişin.
Aynı şekilde toplumu iyi yönde değiştirmek istiyorsanız, önce kendinizi değiştirin.
İnsanlar, çözümün bir parçası olmayı kabul ettikleri ve yaptıklarının doğruluğuna inandıkları zaman, toplumsal sorunlarda azalma sağlanacaktır.
Yaşadığımız yörenin yaşam kalitesi artacaktır.
Dünya daha yaşanır hale gelecektir.
Dolayısıyla, her şey bireyde başlıyor.
Siz önemlisiniz.
Hiçbir zaman önemli olduğunuzu unutmayın.

BİR HAZİN ÖYKÜ FETANSAŞ


FETANSAŞ, Fethiye Belediyesi Eski Başkanlarından Sn. Özer Olgun önderliğinde kurulmuştu.
Fethiye Belediyesi’nin yerel esnaf ile birlikte oluşturduğu, perakendeci mağazacılık şirketi idi.  
Bazı esnaf destekledi, şirketten hisse satın aldı, şirket ortağı oldu.
Bazı esnaf – tüccar FETANSAŞ’ı kendilerine karşı başlatılmış bir hareket olarak algıladı.
Genel olarak esnaf, tüccar karşı durdu.
“Ortaklık yürümez” yaklaşımı sergilendi.
Belli ki, yapılmak istenen halka, esnafa iyi anlatılamadı.
Bir sonraki belediye yönetimi tarafından şirket atıl hale getirildi. Etkisizleştirildi.
***
Şehir merkezinde ve çevrede oluşumunu tamamlamış, dört- beş büyük mağaza sayısına ulaşmış, belediye, yerel esnaf dayanışmasının oluşturduğu FETANSAŞ mağazalarla neler yapılabilirdi?
* Bölgeye gelebilecek diğer büyük sermaye organizasyonlarının piyasaya girmesine ve hâkimiyet kurmasına engel olunabilirdi.
* Belediye önderliğinde, yerel esnafı – tüccarı koruyan kollayan, koruyan bir yapı oluşturulabilirdi.
* Piyasa yapıcılığı konusunda etkili bir yerel yönetim ve yerel yönetimde etkili bir esnaf- tüccar gurubu olabilirdi.
* Yerel yönetim + halk + yerel esnaf, tüccar dayanışması oluşturulabilirdi.
* Yerel yönetim ve yöre esnaf- tüccar birlikteliği, daha katılımcı bir yerel yönetim anlayışının gelişimine katkı sağlayabilirdi.
* Ticari faaliyet sonucu ortaya çıkan kazancın, bölge dışına çıkmasının önüne geçilebilirdi.
* Bölgede kalan kazancın, yörede ekonomik canlılık yaratması sağlanabilirdi.
* Yerel yönetim sağladığı kazancı, tekrar yöre halkına hizmet için kullanabilirdi.
* Başarılı bir şirketleşme örneği, yerel yönetim öncülüğünde diğer alanlarda da ihtiyaç duyulan hizmetlerin üretimine zemin hazırlayabilirdi.
* Ticaretin, küçük - orta boy esnafın elinden alınması önlenebilirdi.
* Büyük sermayenin egemen olmasının engellenebildiği, küçük girişimcinin yok olmasının bir kader olmadığı gösterilebilirdi.
* Esnafın iş sahibi olmaktan uzaklaşıp, işgücüne dönüşmesinin önüne geçilebilirdi.
* Kapanan dükkân sayısının azalması, gelir dağılımında adaletin sağlanmasına katkıda bulunabilirdi. (En azından bozulmayı yavaşlatıcı etki yaratabilirdi.)
“Küresel düşünüp, yerel hareket etmek” anlayışının yöremizde hayat bulduğu, esnaf - yerel yönetim dayanışmasına iyi bir örnek olabilirdi.
***
Gelinen noktada, organize olmamış, dayanışma içinde olmayan bir küçük ve orta ölçekli esnaf tüccar kesimin yok olma sürecini izlemekteyiz.
Piyasa, büyük oyuncuların hâkim olduğu piyasa haline gelmiştir.
Büyük girişimcinin kolları tüm ekonomiyi sarmalamıştır, küçük-orta boy işletmelerin kan kaybetme süreci devam etmektedir.
Tarihte kalan FETANSAŞ ile, piyasada değişen şartlara karşı, yerel ölçekli küçük ve dağınık aktörlerin, yerel yönetim önderliğinde oluşturdukları, organizasyon ve dayanışma örneğini hatırlatmak istedim.

30 Haziran 2015 Salı

Çinliler Fethiye’ye neden gelmiş?

                                    Çinliler Fethiye’ye neden gelmiş?
      Birkaç gün önce Çalış Plajı'nda mangal partisi vardı Mehmet Yılmaz’ın evinde.
Mehmet Bey’in evi, Çalış Plajı'nda denize cepheli özel ve güzel bir evdir.
Mehmet Bey’in nazik daveti vesilesiyle, güneşi denize batırdığımız o güzel günlerden birini yaşadık Tabii, dostlarla berber olunca daha bir keyifli oldu yemek faslı.
Daha sonra Çinli dostlarla aynı masayı paylaştık. Çin’i sorduk, biraz merakımızı giderdik. Çinliler nazik insanlar.
Bir diğer arkadaşımız neden güneşli günde şemsiye ile dolaştıklarını sordu. Çinliler güneşin tenlerini karatmasını istemiyorlarmış. Beyaz teni daha güzel, daha çekici buluyorlarmış.
Sahilde güneşlenen yabancı turistler kızarmış bedenlerinde güneşin sıcaklığını halen hissederek ağır ağır toparlanırken, biz akşama merhaba diyorduk.
Mangal partisi daha yeni başlamıştı ama birçok soru peşi sıra geldi.
Biz meraklılar misafirleri sorularla fazlasıyla yorduk. Bu biraz da uzak ülkeden gelen dilini anlamadığımız insanlarla İngilizce anlaşma imkânımızdan kaynaklandı.
Şu anda hatırlamıyorum masada bulunan arkadaşlardan kimin sorduğunu “Buraya neden geldiniz?” sorusunu.
            Soru belki basit bir soruydu ama cevap sıradan değildi.
“Sizin Nobel Ödülü almış bir yazarınız var Orhan Pamuk. Ben onun üç kitabını okudum. Kitapları okuduktan sonra Türkiye’ye gelmek, o ülkeyi tanımak istedim.”

***
Orhan Pamuk kitaplarının Çince tercümesini okuyup insanlar Türkiye’ye geliyorlar. Kapadokya, Konya, Denizli, Antalya, Fethiye bu kültür ve sanat etkileşiminden pay alıyor.
Fethiye’nin denizine, kumuna güneşine gelmemiş bu Çinliler.
Fuarda Fethiye standını ziyaret edip bir broşür alıp, ölmeden bir de Fethiye’yi görelim dememişler.
Sanatçının, yazarın büyüsüne kapılıp gelmişler.
Sanatçı etkileyendir.
Büyüleyendir.
Keşke dünya dillerine çevrilmiş binlerce kitabımız, onlarca Yaşar Kemal’imiz, Nazım Hikmet’imiz, Mimar Sinan gibi sayısız mimarımız olsaydı. Sayısız bilim adamımız, yazarımız, şairimiz Nobel Ödülü almış olsaydı.
***
Kısaca;  dünya kültürüne, bilimine, sanatına kattığımız değer ülke olarak bizim değerimizi belirliyor.
Bizim değerimiz deyince; otel oda fiyatlarından, tekne turu fiyatına, turizm sezonu kötü geçtiden, banka faizi çıktıya, borsa çöktüden deprem olduya, maden kazalarından trafik kazalarına, turist geldiden gelmediye aklınıza ne gelirse.
***
1900 lü yılların başında öldü ünlü İspanyol mimar Gaudi.
İnşa ettiği eserler her yıl Barselona’ya milyonlarca turistin gitmesine neden olur.
İstatistiklere göre her yıl 8 milyon civarında turist Barcelona’ya gidiyor.
Barcelona Belediye başkanı isyan etmiş. “Biz fazla turist istemiyoruz”. “Turist fazlalığında kent yaşanmaz hale geliyor”. İspanya’nın Catalunya Bölgesi içinde yer alan Bercelona, bugün çok sayıda gelen turiste karşı kota uygulamasını konuşuyor.

Acaba neden Barcelona’ya bu kadar çok turist gidiyor? Hiç düşündünüz mü?

1 Eylül 2014 Pazartesi

Köy pansiyonculuğu ve kırsal küçük oteller

Köy pansiyonculuğu ve kırsal küçük oteller
Geçenlerde bir arkadaşla sohbetteyiz, önemli bir şirkette yönetici olarak çalışan bu arkadaşımın patronu Fethiye’nin Karaağaç mahallesinde (eski Karaağaç Köyü) bir otelde tatil yapıyormuş.
Bu arada; patronun beş yıldızlı otelleri var. Kendisine ait lüks otelleri varken, o dağ başında bir küçük otelde, doğa içinde keçilerle, tavuklarla birlikte olmayı tercih ediyor.
Sabah serinliğinde yürüyüşler daha sonra yoga çalışmaları ile dinlenen patronun tatil tercihi doğadan yana.
 500 – 1000 kişinin kaldığı, barlarından yüksek volümde müzik yayını yapan ve içinde gece kulüpleri olan büyük oteller müşterisiz kalmıyor, yine hala tercih ediliyor, ama herkes tarafından değil. Hele konakladığı yer ve tesiste “özellik ve kimlik” arayan müşteriler tarafından bu kalabalık oteller daha az tercih ediliyor.
Patrona sabah kahvaltısında üç yüz, beş yüz kişi ile birlikte kahvaltı almak bir o kadar çekici gelmese gerek.
Ne zaman büyük bir otele gitsem, 500 -1000 kişinin kaldığı otelerdeki o kalabalık ve kuyruklar bana AÖS (Atatürk Öğrenci Sitesi) hatıralarımı çağrıştırır. Büyük ve kalabalık kapalı salonda yenen öğünler, çatal kaşık ve tabak seslerinden birbirlerini duymakta zorlanan kişiler, kuyruklar.
***
Aşırı çalışma yükü, ulaşılması zor hedefler, uzun çalışma saatleri, huzursuz insanlar. Doğa ile haşır neşir olan insanda mutluluk katsayısında artış gözleniyor. Daha fazla doğa içinde zaman geçirin, yaşam enerjiniz artsın.  
Kırsal alanlarda inşa edilmiş, aşırı lüks sunmayan yerel karakteristik özellikleri içinde barındıran küçük konaklama tesisleri huzur arayanlar için ideal mekânlar.
Bu hizmeti sağlayan küçük oteller Türkiye’nin her yöresinde inşa edilip işletilmeye başladı. Sayıları da giderek artıyor. Alaçatı’da Datça’da, Köyceğiz’de, Kazdağları’nda Üzümlü’de Faralya’da kısaca Türkiye’nin her yerinde.
***
Turizminde, yöresel/yerel özellikler taşıyan, kırsal alanlarda inşa edilmiş, doğa içindeki turizm işletmeleri gün geçtikçe daha fazla talep görüyor. Bu işletmelerin turizm sektörü içindeki önemi her geçen gün artıyor.
Bölgenin yerel kimliğine uygun yapılarda, gelenekselin korunduğu ve yaşatıldığı konaklama tesisleri yakın gelecekte daha da önemli olacak, daha fazla tercih edilecek.
***
Uluslararası turizm rekabetinde rakipler boş durmuyorlar. İspanya, Portekiz turizmde çevre ve doğayı ön plana çıkararak avantaj sağlamaya çalışıyorlar, "köy turizmi", "doğa turizmi", "eko turizmi" teşvik ediyorlar. Kısaca; rakipler turizm yelpazelerini çeşitlendiriyorlar.
***
Bu anlayış çerçevesinde, turizmin köylere yaygınlaştırılması; yerel küçük aile işletmeleri olan "köy pansiyonlarnın" ve "kırsal küçük otellerin" sayısının çoğaltılması "turizmde ürün çeşitliliğinin" sağlanmasına katkıda bulunacak.
Muğla ve ilçelerini turizmde farklılaştıracak bir şeyler yapmak gerekiyor.

Muğla Büyükşehir Belediyesine ve Fethiye Belediyesine bu konuda çok iş düşüyor.